Ana içeriğe atla

Akyaka-Antalya Bisiklet Turu

Fotoğraflar
Büyük Görünüm için Slaytı tıklayabilirsiniz..


Harita

Şunu daha büyük bir haritada görüntüle: Akyaka-Antalya

0. Gün

Tüm Ege kıyısını parça parça olsa da pedalladıktan sonra kafamda her zaman hemen hemen hiç görmediğim Akdeniz kıyılarında bir tur yapmak vardı. Assos-Akyaka arasındaki Ege kıyılarında teker izimi bıraktıktan sonra gözümü Akyaka-Antalya arasındaki Akdeniz kıyılarına dikiyorum ve tur planlarımı yapmaya başlıyorum. Artık hazırım. Son hazırlıklarımı yaparak AŞTİ’ye doğru yola koyuluyorum. Bisiklet dostu Kamil Koç’ tan biletimi alarak hostla beraber dikkatlice bisikletmi bagaja yerleştiriyorum. Ön tekeri ve fren pabuçlarını çıkardıktan sonra aradaki boşluğa aparatımı yerleştiriyorum. Zira yanlışlıkla frene basılması durumunda hidrolik yağın akmasını hiç istemem. Hele de yağ değişimi ya da eklemesi yapamıyorsam.. 

Uyuyarak, yani çabucak geçen güzel bir yolculuktan sonra, otobüsüm Sakar geçidinden Gökova manzarası eşliğinde kıvrıla kıvrıla inerken böylece ben de yeteri kadar tur moduna girmiş oluyorum. Akyaka sapağında indikten sonra bisikletimi hızlıca kurarak ve son kontrollerimi de yaptıktan sonra pedal basmadan hatta çoğu zaman fren sıkarak turuma hayırlısıyla başlıyorum. Gökova sapağına kadar pedal basmadan iniyorum ve arkamda kalan benim için ayrı bir önemi olan Akyaka ve manzarası ile vedalaşıyorum. Tur planıma göre ilk varış noktam Dalyan. Yeri gelmişken söyleyeyim: aslında tur başlangıcım Marmaris idi. Şehirler arası yollardan pek haz etmediğimden Aksaz ve Ekincik üzerinden Dalyan gitmeyi planlıyordum. Fakat Aksaz civarında hemen hemen tüm sahili kuşatan bir deniz üssü olduğunda ve de geçiş izni verilmediğinden rotamı değiştirmek zorunda kaldım. (Meraklısına: Kaymakamlıktan alınacak olan geçiş izni ile bu rotadan gidilebiliyormuş. Ben hem zamanım olmadığından hem de bu türlü bir şey için izin almayı kendime yediremediğimden bu yolu tercih etmedim.)

Muğla-Fethiye kara yolunda yoluma devam ediyorum. Ne şehirler arası yolun gürültüsü ne yol yapım çalışmaları ne de yeni dökülen asfaltın yüzüme çarptığı cehennem sıcaklığı keyfimi bozmuyor. Ne de olsa tura yeni başladım. Kızılyaka Köyü civarında yolun karşısında kalan Osman Aydın’ın Yeri’nde güzel bir köy kahvaltısı ile karnımı doyuruyorum ve vakit kaybetmeden yoluma devam ediyorum. Döğüşbelen mevkinden sağa dönerek beni Köyceğiz gölü etrafından Dalyan’a ulaştıracak olan yola sapıyorum. Döğüşbelen köyünde su ve erzak için mola verirken köy kahvesinin yanındaki bakkal ile sohbete başlıyorum. İsmini hatırlayamadığım (beni affetsin) bakkal kardeşim sağ olsun benimle çok ilgileniyor hatta bana çay ısmarlıyor. Aslında kendisi iktisat bölümünü bitirmiş. Ailevi durumlardan dolayı köye gelerek babasının vefatından sonra aile bakkalını devralmak zorunda kalmış. ‘Gerisi malum’ diyor, ‘evlilik, çocuk, buralarda kaldık’.. Teşekkür ederek ve çektiğimiz hatıra fotoğrafından sonra yoluma devam ediyorum. Hamitköy’de şeker gibi bir amcanın buz gibi nar suyunu içtikten sonra Köyceğiz Gölü manzarası eşliğinde yükselmeye başlıyorum. Manzara harika! Bir de şu sıcak olmasa.. Yaklaşık 200 m yükseliyorum. Öğle vakti geldiğinden sıcak çekilmez oluyor benim için. Göl manzaralı bir çeşmenin yanında, cır cır böceklerinin senfonisi eşliğinde 2 saat sürecek olan molamı veriyorum. Moladan sonra bir miktar daha yükseldikten sonra Sultaniye’ye kadar sürecek olan keyif dolu bir inişe başlıyorum. Nihayetinde kaplıcaları ile ünlü olan Sultaniyeye varıyorum. Göl kıyısında kısa bir yolculuktan sonra iskeleden kalkan, Dalyan’a dönen bir gezi teknesi ile nehri geçerek Dalyan’a ulaşıyorum. Zira Dalyan karşı tarafımda kalıyordu. Etrafı tanımak amaçlı kısa bir Dalyan turundan sonra Dalyan Kamping’de konaklamaya karar veriyorum ve çadırımı bahçesine kuruyorum. 

Dalyan’a saat 18.00 gibi vardığımdan dolayı Caretta Caretta’ları ve altın renkli kumu ile ünlü İztuzuna bir sonraki gün gitmeye karar veriyorum. Güzel bir duş alıp üzerimi değiştirdikten sonra kampingin arka tarafında nehir kenarında bulunan kafeteryasında; kral mezarlarına, sazlıklara ve nehir üzerinde fermuar açar gibi iz bırakan teknelere bakarak buz gibi biramı yudumluyorum.

1. Gün

Ertesi gün hızlı bir İztuzu ziyareti ve mavi yengeç yeme denemesinden sonra öğleden sonra yola koyuluyorum. Bugünkü hedefim Göcek. Ortaca’nın içinden, Dalaman’ın kenarından geçen Karayolunu takip ederek Göcek geçidine varacağım. Ortaca’da yol kenarında bulunan bir kafede lezzetli bir menemen yiyorum. Lezzeti içerisindeki kekikten mi yoksa domatesinden mi geliyor bilinmez ama gerçekten çok güzeldi! Dalaman’dan sonra hafif hafif tırmanmaya başlıyorum. Yol düz ve rampa pek dik değil ama tam tepemden kafama vuran güneş adeta kavuruyor. Uzunca bir süre çıkıyorum, suyum da bitmiş durumda, işin kötüsü etrafta ne yakıt istasyonu ne de bir market/bakkal/tesis var! Neyse ki geçidin bir miktar önünde konumlanmış olan yakıt istasyonunun marketi imdadıma yetişiyor. Bir dondurma ve 1 lt soğuk su ancak hararetimi alıyor. Sonrasında (daha önceden bilgim olduğundan) tüneli geçme girişimde bulunmadan eski geçide çıkan eski yola sapıyorum ve yine başlıyorum tırmanmaya. Bu sefer eğim fazla. Döne döne çıkıyoruz öyle ki tünel girişindeki gişeler ve yakıt istasyonu neredeyse ayağımın altında kalıyor. Geçidin tepe noktasında, tabelanın bulunduğu yerde çektiğim fotoğraftan sonra yaman bir inişe başlıyorum. Döne döne iniyorum, fren sıkmaktan ellerim ağrımaya başlıyor neredeyse. Göcek geçidi inişi (en azından Göcek’e inen tarafı) tehlikeli. Eğim yüksek ve keskin virajlara sahip. Aman dikkat dostlar! 

Sonunda Göcek’e varıyorum. Marinası ve şirin çarşısında biraz zaman geçirdikten sonra pansiyonda kalmaya karar veriyorum. Sıkı bir pazarlıktan sonra Tufan Pansiyon’a yerleşiyorum. Pansiyonu işletenlerin tavsiyesi ile akşam yemeği için Balıkçı Melike’ye gidiyorum. Hijyeni ve intizamı ile bir kadının işlettiği aşikar olan balıkçıda birbirinden nefis kalamar ızgara ve domatesli kaya otu yiyerek günümü mutlu bir şekilde tamamlıyorum.

2. Gün

Sabah bir miktar tembellik yaptığımdan geç uyanıyorum. 08.00 gibi, kahvaltı yapmadan pansiyondakilerle vedalaşıp, ayrılıyorum. Göcek çıkışından sonra yeniden karayoluna bağlanıyorum ve Fethiye’ye doğru başlıyorum pedallamaya. 10 dk sonra hafif hafif tırmanmaya başlıyorum. Sabah saatleri olduğundan ve de dinç olduğumdan hiç yormuyor beni. Yaklaşık yarım saat sonra kahvaltı yapmaya karar veriyorum. Yörük kökenli oldukları her halinden belli olan hünerli köylülerin işlettiği bir yerde; mis gibi kokan bahçe domatesi, halis bal, tereyağı ve saçtan henüz alınmış sıcacık ekmek ile kahvaltı vecibemi yerine getiriyorum. Kahvaltı konusunda şimdiye kadar çok şanslıydım. Umarım tur boyunca da bu şekilde devam eder. Kahvaltıdan sonra biraz daha tırmandıktan sonra sağ tarafımda kalan deniz tarafında müthiş bir manzara ortaya çıkıyor. Bu bahane ile seyir bölgesi olarak yapılan cebe girerek hem soluklanıyorum hem de manzaranın keyfini çıkarıyorum.. Derme çatma bir minibüs ile kurulmuş bir işletmenin hamağında, rahmetli Ressam Bob’un fırçasından çıkmışcasına güzel olan bu manzaranın tadına varıyorum. Fakat sıcaklar bastırmadan Fethiye’de olmak istediğimden pek fazla zaman kaybetmeden tekrardan yola koyuluyorum. 

Saat 11.00 gibi karayolundan çıkarak, Fethiye/Ölüdeniz/Çalış Plajı tabelasına saptıktan bir süre sonra Fethiye merkeze ulaşıyorum. Fethiye merkeze ulaşmamla bir miktar hayal kırıklığı yaşıyorum. Daha önce hiç görme fırsatım olmadığından Fethiye’yi kafamda başka türlü kurgulamıştım açıkçası. Yerleşim yerlerinden pansiyonlara dönüştürülmeye çalışılan derme çatma bakımsız yerleri, köylü kurnazı esnafları gördükçe kafamdaki küçük şirin sahil kasabası kurgusu bir anda buharlaşıyor. Böylelikle öğle sıcağına rağmen Ölüdeniz’e doğru pedal basmaya devam ediyorum. Fethiye merkezinden çıkar çıkmaz başlayan rampa bitmek bilmese de ben bitik durumdayım. Bacaklarım artık (geriye doğru bile) gitmiyor. En uygun bir yerde mola vermek ve öğle yemeği yedikten sonra devam etmeye karar versem de gölge ve sakin bir yer bulmakta epeyce zorlanıyorum. Yol kenarındaki bariyerlerin arkasında kalan ağaçların altında mola vermeye karar vererek; bakkaldan domates, kaşar, salatalık ve ekmek alıp ikmal yerime gidiyorum. İçindeki erzaktan dolayı kapanmayan bir yarım ekmek sandviçi gömdükten ve kalan yarısını yolluk olarak hazırladıktan sonra 1 saatlik bir uyku çekiyorum. 

Saat 15.00 gibi tekrardan pedallamaya başlıyorum lakin sıcak ve dik rampa beni çok zorlamakta. En sonunda tepe noktasına, yani bir belde olarak Ölüdeniz’e varıyorum. Biraz soluklanıp herkesin bildiği bir sahil olarak olarak Ölüdeniz’e en az çıktığım kadar dik bir rampadan inişe geçiyorum. En Sonunda Ölüdeniz’deyim. Kendime ısmarladığım biradan sonra Kelebekler Vadisi’ne doğru devam etme niyetindeyim. Lakin konuştuğum Ölüdeniz-Faralya minibüsçüleri ısrarla ‘yapma, yolda çok dik rampalar ve virajlar var’ diyorlar. Biraz da onlara inat ve kendime fazlaca güvenerek devam ediyorum. İlk 2 km pişman olmama yetiyor. Tabiri caizse döne döne tırmanıyorum ama yol bitmiyor. Sıcak etkisini bir miktar yitirse de bacaklarımda derman kalmamış durumda. 8 Km yolu 2 saate alarak sonunda konaklayacağım yer olan Faralya’daki George House’a varabiliyorum. Uygun bir yere çadırımı kurduktan sonra George House’da gün boyu demlenen çaydan aldığım bir bardak çayı yudumlarken güneşin denizden batışını izleyerek her şeye rağmen günümü yine güzel bir şekilde tamamlıyorum. 

3. Gün

Ertesi gün çadırıma süzülen güneş ışığının bana günaydın demesiyle uyanıyorum. Faralya’ya gelip de Kelebekler Vadisi’ne inmemek ve Kabak koyuna gitmemek olmaz! Kahvaltıdan sonra George House’dan Kelebekler Vadisine giden, miktar tehlikeli patika yoldan inmek için son hazırlıklarımı yapıyorum. Bel çantası, vibram taban ayakkabı, su.. Yer yer iple inişlerin olduğu ve son derece dikkat edilmesi gereken patika yoldan kan ter içinde kalarak vadiye iniyorum. Hararetimi almak için sahile geldiğim gibi kendimi denize bıraksam da deniz suyunun sıcaklığı beni serinletmeye yetmiyor. Ben de bir süre sonra soluğu şelalede denilen yerde alıyorum. Şelaleye geldiğimde bacağım kadar akan suyu görünce hayal kırıklığına uğrasam da suyun serinliği bunu unutturuyor bana. Sonrasında geldiğim patika yoldan, inişten daha kolay bir şekilde çıkarak George House varıyorum. Öğleden sonra da bisikletimle 5 km ileride bulunan Kabak koyuna bir ziyarette bulunuyorum. Pek zorlu olmayan, inişli çıkışlı güzel manzaralı yoldan Kabak yol ayrımı ile beraber döne döne koya inişe geçmeye başlıyorum. İnerken aklımda olan tek şey toz toprak içinde yapılan bu inişin çıkışının nasıl olacağı idi. Koyun berrak denizi ve sol tarafta bulunan mağaraları bu yolu ve toz toprak içinde kalmayı bir miktar unuttursa da çıkış bana zulüm oluyor.. Büyük kısmını bisikleti iterek tamamladığım Kabak Koyu çıkışından sonra kamp alanına dönmek pek sorun olmuyor. Neyse ki güneşin batışından önce kamp alanına varıyorum ve güneşin batışını izlemek için seyir terasına kendimi atıyorum.

4. Gün

Sabah pek erken olmayan bir saatte uyanarak toplanmaya başlıyorum. Toplandıktan sonra kahvaltımı yaparak George House şürekası ile vedalaşıyorum. Bugünkü yolum belirsizlikler dolu olduğundan açıkçası bir miktar tedirginim. Fakat 1.5 günlük dinlenme arasından sonra pedallamanın verdiği heyecan ve istek daha ağır basıyor. Hedefim Patara, fakat beni Patara’ya götüreceğini düşündüğüm yol haritalarda görünmüyor. Bu yolun varlığından bir başka bisiklet dostu Eray’ın tur bloguna göz attığımda haberim olmuştu. Hatta yola çıkmadan önce bu rota hakkında eposta ile kıymetli görüşlerini aldım. Normal şartlarda Faralya’dan Patara’ya gitmek için Fethiye’ye dönmek ve karayoluna bağlanmak gerekiyordu. Bu ise benim için hem zaman kaybı hem de hiç haz etmediğim şeyi yapmam (geldiğim yoldan geri dönmem) anlamına gelecekti. Eray’dan aldığım bilgi ve yeni yolları keşfetmenin heyecanıyla Kelebekler Vadisi girişindeki Faralya-Kirme/Karaağaç yol ayrımına tekrardan gelerek sol tarafa pedallamaya başlıyorum. Yolun ilk kısımlarında yer yer hafif tırmanışlar olmasına rağmen beni pek fazla zorlamıyor. Kısa zamanda Kirme köyüne varmayı başarıyorum. Varmamla yoldan başka her şeye benzeyen bir yolumsuyu takip ederek Karaağaç Köyü’ne doğru tırmanmaya başlıyorum. Yolda kaya ve taş parçaları olduğundan bir noktadan sonra bisiklete binmek mümkün olmuyor ve itmeye başlıyorum. Döne döne tımanmaya devam ediyorum. Bir noktadan sonra Ölüdeniz etrafındaki adacıklar küçülmeye ve neredeyse onlara tepeden bakmaya başlamıştım. Buna rağmen bu 8 km yol bir türlü bitmek bilmiyordu. Su ve erzağım da bittiğinden çabuk yorulmaya ve direncim yavaş yavaş düşmeye başlıyor. Sanıyorum saat 14.00 sularında 1200 m de tepe noktasında bulunan Karaağaç Köyü’ne ulaşmaya başarıyorum. 12 km’lik yolu 6 saate almış, 400 m den 1200 m tırmanmıştım. Gerisini siz düşünün. 

Terk edilmiş bir köy izlenimi veren Karaağaç Köyü’nde yiyecek temin edebileceğim bir yeri bırakın bir köy kahvesi ya da bakkal bile bulamadım! Tam ne yapacağım diye düşünürken karı koca iki şirin insanın işlettiği BlackTree Farm’ı görüp kapısını çalıyorum. Tam teşekküllü bu çiftlikte güzelce karnımı doyurmanın yanında bu iki şirin insan ile keyifli bir sohbet de yapıyorum. Yol konusunda aldığım tavsiyelerden ve erzak ikmalinden sonra beni Patara’ya kadar götürecek olan büyüleyici inişe başlıyorum. Dostlar, sırasıyla Alınca ve Boğaziçi köylerinden geçen, eşsiz manzaraya sahip, döne döne inerken her virajda sizleri selamlayan pırıl pırıl denizin ve koyaların bulunduğu bu inişi mutlak tatmayı öneriyorum sizlere. Yanılmıyorsam Gölbent’e kadar hiç pedal basmadım. Hatta bazı köyleri çocukların şaşkın bakışları altında o kadar hızlı geçtim ki yerleşim yerlerinin isimlerini bile göremedim. Zaman kısıtından dolayı yol üzerinde fark ettiğim antik şehirleri gezemediğime üzülmedim değil. Kısa bir süre sonra karayoluna bağlanarak Kınık üzerinden Patara’ya ulaşıyorum. Yine Eray dostumun önerisi ile Patara'da güzel insan Pamir beyin işlettiği Medusa Kamping’e yerleşiyorum. 

5. Gün

Dün akşam bitap bir halde Patara’ya ulaşabildiğimden ören yeri ve meşhur kumsalını gezme fırsatı bulamamıştım. Bundan dolayı bu yerlere sabah gitmeyi ve öğleden sonra Kaş’a doğru yola çıkmayı planlıyorum. Kahvaltıdan sonra sıcak bastırmadan ören yerini geziyorum, ardından da çöl kumunu andıran kumsalında dinlenip kıra bir süreliğine de olsa denizin keyfine varıyorum. Ardından serinlikte öğle vaktini geçirip, yörük anası Ayşe Teyze’nin tadına doyamadığım gözlemelerini götürdükten sonra 14.00 gibi yola çıkıyorum. Herhangi bir sorun yaşamadan, ama bolca sera manzarasına sahip karayolunu takip ederek Kalkan’a varıyorum. Kaş’ta vakit geçirmek istediğimden, bulunduğum tepecikten şirin bir yer olarak gözüme çarpan Kalkan’a giriş yapmadan yoluma devam ediyorum. Sağımda kalan deniz ve çok sevdiğim dalmaçya tipi kıyı manzaraları eşliğinde keyifle pedallıyorum. Yol kıvrıla kıvrıla devam ediyor, her viraj sonrasında tertemiz koylar adeta beni selamlıyor. Bunların başında da ünlü Kaputaş Plajı geliyor. Kaputaş’ta birkaç manzara fotoğrafından sonra plaja inmeden devam ediyorum. Emniyet şeridi çok dar, yolda yer yer girintiler ve mucur olmasına karşın Kalkan-Kaş yolu gerçekten çok güzel sevgili dostlar. Adacıklar ve dalmaçyalı tipi kıyı manzarası eşliğinde 18.00 gibi Kaş’a varıyorum. Bu kez temizlenme ve toparlanma ihtiyacım olduğundan uygun pansiyon aramaya başlıyorum. En sonunda, fiyat konusunda anlaşarak butik Mavi Otel’de konaklamaya karar veriyorum.

6. Gün

Ertesi güne geçmeden Kaş hakkında bir kaç kelam ederek başlayalım. İlk defa mı gördüğümden bilemiyorum ama şirin çarşısı, turistik bilinci gelişmiş esnafı ve halkı ile Kaş gerçekten güzel bir yer sevgili dostlar. Yolculuk boyunca rastlayamadığım bu özellikleri barındırdığı için galiba, bilemiyorum! Her neyse, Kaş’a gelip de Kekova’da tekne turu atmadan gitmek olmazdı. Geldiğim gün akşamı iskeledeki tur firmasından bir kaptanla, yaklaşık 8 saat sürecek olan tekne turundan dolayı oluşacak zaman kaybımı minimize etmek için güzel bir plan yapıyoruz. Buna göre; sabah 10.00 da kalkan tekneye tam teşekküllü binerek (bisikletim ve tüm eşyalarımla) tekne turumuzu gerçekleştireceğiz. Kaş’a dönüş yolundaki Kaleüçağız’da beni bırakacaklar. Ben de 5 km bir rampa tırmanarak Demre yoluna bağlanmış olacağım. Bendenizin rota konusunda bir fikri olmadığından fakat Kaş çıkışında yaklaşık 10 km’lik bir tırmanmadan haberdar olduğumdan bu alternatif çözümü seve seve kabul ediyorum. Birbirinden şirin 3 çocuğa sahip turist bir aile ve diğer yolcular ve mürettebat ile yaklaşık 15 kişilik bir nüfusla başlıyoruz yolcuğumuza. Tabi öncesinde bisikletimi sıkıca tekneye bağlamayı ve eşyalarımı da güzelce istiflemeyi unutmuyorum. Güzel insanlarla güzel koylarda geçirilen güzel zamanlardan ve teknede güzel bir öğle yemeğinden sonra saat 15.00 gibi yolcularla vedalaşarak Kaleüçağız’da iniyorum. İnmesine iniyorum ama sandaletlerimi teknede unutuyorum! Neyse ki yedek ayakkabı almıştım yanıma sandalet kadar rahat olmasa da iş görüyor. Su ve yiyecek ikmalinden sonra Kaleüçağız’dan ayrılıyorum. Ayrılmamla duvar gibi bir rampa ile yüzleşmem bir oluyor. Sıcak da cabası, neyse ki 1 günlük bir dinlenmeden olsa gerek beklediğim kadar zorlanmıyorum. Yaklaşık 3 km çıkıyorum, sonrasında beni Demre yoluna bağlayacak olan sağ tarafımdaki Demre-Antalya tabelası olan yola sapıyorum. Birkaç köyün sıralandığı ve çokça sera olan ama çok sakin trafik yoğunluğu olmayan bu yolda 1 saat kadar yolculuk yaparak, kendimi fazla zorlamadan, Demre Kuş Cenneti manzarası ile karayoluna bağlanarak başlıyorum inişe. Hızlıca Demre’ye kadar iniyorum. Saat henüz 17.00 olduğundan Demre’de konaklama konusunda bir miktar tereddüt yaşıyorum. Sonrasında yol üstündeki bir cafeteryanın çalışanından kalacak yer ve St. Nicholas ziyareti yapmam konusundaki aldığım kıymetli tavsiyelerinden sonra ucuz yollu bir otel olan Kıyak Otel’e hızlıca yerleşiyorum ardında da müze kapanmadan St. Nicholas müzesi ziyareti yapıyorum. Noel Baba ziyaretini de aradan çıkararak dinlenmek için 1980’lerden kalma bir dekorasyona ve mimariye sahip otelime çekiliyorum.

7. Gün

Sabah 8.00 gibi uyanarak çabucak hazırlanıyorum. Zira bugün gitmeyi çok istediğim, hatta amaç olarak turumun merkezine konumlandırdığım Gelidonya Feneri’ne doğru pedallayacağım. Kıyak Otel’in bana ikram ettiği naçizane kahvaltı tabağımı bitirdikten sonra Finike’ye doğru yola çıkıyorum. Bir süre sonra içerisinde sazlıkların ve karabatakların bulunduğu ve denizle ufacık bir bağlantısı olan göl(ümsü) bir yerin etrafındam geçiyorum. Sonrasında ise tıpkı Kalkan-Kaş arası gibi sevdiğim kıvrımlı yollar başlıyor. Tatlı tatlı devam ediyorum Finike’ye kadar. Gözüme küçük esnaf mekanı olarak görünen Finike’den sadece BirGün Gazetesi alarak zaman geçirmeden yoluma devam ediyorum. Zaten saat mola vermek için daha çok erken. Sol tarafını sitelerin işgal ettiği dümdüz sahil yolundan devam ederek Kumluca’ya varıyorum ve öğle molasına karar veriyorum. Kumluca merkezi yoldan 5 km içeride olduğundan pek girmeye niyetim yok. Seçme şansım da olmadığından Kadir’in Yeri’nde mola veriyorum. Serin, asma altı bir çardakta yemeğimi yiyerek güzelce dinleniyorum. Sonrasında da (maalesef) ismini unuttuğum, marangoz ustası bir amca ile Likya Krallığı ve Kekova’nın tarihi hakkında şaşırtıcı ve keyifli bir sohbet yapıyorum. 

Hatıra fotoğrafı çektirerek vedalaşıyoruz. Hemen sağ başta kalan, sol tarafta adım başı seraların sağ tarafta da kumsalın olduğu garip yoldan ilerliyorum. Hedefim fenerden bir önceki son yerleşim yeri olan Karaöz beldesi. Bu garip yol bittikten sonra karşıma pırıl pırıl bir koy ve ormanlık alan çıkıyor. Mis gibi çam ve deniz kokusu karışımı ve kuş sesleri eşliğinde huzurlu bir yolculuk yapıyorum. Yolda bir de bukalemun dostumuzla karşılaşıyorum. Az daha ezecektim o ayrı tabii. Onun da fotoğrafını çekerek yoluma devam ediyorum. Keşke biraz daha sürseydi yol derken Karaöz’e ulaşıyorum. Karaöz’deki kıraathanenin yanındaki büfede sıkı bir erzak ikmali yapıyorum. Zira geceyi fenerde geçireceğim. Ekmek, kaşar, salam, kola ve su alarak vuruyorum kendimi fenere giden patika yola. Yer yer hafif rampaların olduğu yolda sorunsuzca 4 km pedallıyorum. Pırıl pırıl deniz, Korsan Koyu ve ismini bilmediğim diğer cennet koyların manzarası keyfime keyif katıyor. 

Sorasında ise Gelidonya Feneri’ne 2 km kaldığını gösteren tabelaya varıyorum. Burada bir karar vermek durumunda kalıyorum. Patika yol yaklaşık 1 m eninde ve bisiklet sürmeye uygun değil ancak iterek gidilebilir. Bisikleti bırakacağım yeri düşünürken ve zaten konaklama için bir dolu eşyayı yanımda götüreceğimden başlıyorum bisikletimi itmeye. Belli bir noktadan sonra yol iyice kötüleşiyor. Yerden çıkan kaya parçaları ve eğimden dolayı itmek bile mümkün olmuyor. Kan ter içinde kalıyorum, bütün enerjim ve moralim tükenmiş durumda. Tam bisikleti bırakayım daha sonra gelip alırım derken fenere ulaşıyorum. Fenerin verdiği huzur, güven ve adacıkların muhteşem görüntüsü tüm yorgunluğumu atıyor desem abartı olmaz. Her şeyi bırakarak manzara eşliğinde bir cigara yakıyorum. Biraz dinlendikten sonra hava kararmadan hazırlıklara başlıyorum. Bu arada feneri iki alman turist ile paylaşıyorum. Kolektif bir şekilde çadırlarımızı kurduktan sonra yemeklerimiz paylaşıyoruz ve başlıyoruz keyifli bir sohbete. 

8. Gün

Uzun zamandır bu kadar güzel bir uyku çekmemiştim. Nedendir bilinmez, Gelidonya Fener’inde kendimi huzurlu hissediyorum. Uzun zaman sonra taşrada bulunan, sonrasında memleketine dönen bir insanın hissettiği gibi sanki. Kent yaşamının neden olduğu tedirginliğinin minimalize olması huzur ve ferahlığın maksimizasyonu diye tarif edilebilir sanıyorum. Her neyse, Christian ve Hannes ile vedalaşıyorum onlar Adrasan’a giden Likya yolundan devam edecekler. Ben ise geldiğim yoldan Karaöz’e dönerek sıkı bir tırmanıştan sonra Çavuşköy’e pedallamayı sonrasında da Olimpos yolunu takip ederek karayoluna bağlanmayı ve gün sonunda da Kemer’de olmayı planlıyorum. Yine deniz seviyesinden 400 m rakıma tırmanıyorum. Artık alıştığımdan sıcak haricinde pek fazla etkisi olmuyor. Yolun çok sakin ve orman içerisinde olmasının da etkisi var tabi. Adrasan yoluna saparak heyecanlı bir iniş yapıyorum. 

Sonrasında ise Çavuşköy’de bir kıraathanede mola veriyorum. Köy ahalisi ile tanışıp laflıyoruz. Bu arada bir şeyler de atıştırıyorum bir yandan.. Sonrasında Olimpos yolundan devam ediyorum. Zaman kısıtından solayı Olimpos ve Çıralı’ya giremeyecek olmam bir miktar canımı sıksa da ilerki zamanlara randevumu saklı tutuyorum. Güzel güzel nar bahçelerinin, suyu soğuk akan çeşmelerin arasından yine tırmanmaya başlıyorum. Bu sefer kendimi hiç yormuyorum. Bir yandan ağaçtan kopardığım narı yemek için mola veriyorum diğer yandan gözleme yemek için duruyorum, fotoğraf çekmek için zaten hep mola vermekteyim. Böylece saat 17.00 gibi Bey Dağları’ndan geçen Antalya-Kemer karayoluna bağlanıyorum. Bu karayoluna bağlanmamla turumun artık bitmeye yakın olduğu gerçeği ile yüzleşiyorum. Yanıbaşımda deniz yok. Sol yanımdan vızır vızır araçlar geçmekte. Ek olarak gece otobüsü le Kemer’den Ankara’ya dönüş yapacağım. Bu gerçeğin sebep olduğu buruklukla basıyorum pedallara. Tekirova vs. derken hava karardıktan bir miktar sonra Kemer’e ancak varabiliyorum. Kendimi otogara atmadan önce karnımı doyuruyorum. Akabinde otogarın bir bankında otobüs gelinceye kadar yorgunluk gideriyorum. 
Gerisi? Gerisi kürkçü dükkanı desem yeterli olur sanırım.:)

Yorumlar

  1. Fotoğraflar harika. Masaüstü arka plan olabilecek o kadar çok aday manzara resmi var ki. Bak çok kıskandım bu turu:) E geziye dair yazı yok mu?

    YanıtlaSil
  2. Teşekkürler.
    Gezi notlarım vardı elbette..10 sayfalık tur notlarım blogger'in azizliğine uğradı. Siz siz olun blogger editöründe yazmayın tur notlarınızı. Tekrardan yavaştan yazmaya başladım. Selamlar..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder